9 Kasım 2016 Çarşamba

kendi kendime hatırlatmak üzerine

     Bir bardak suyun verdiği tadı veremeyen insanlar var. En tatlı suyu da ölçü bardağı veriyor bizim evde. 


     Evinde çok ileri yaşta ihtiyar yakını olanlar bilirler, onlar bugünleri hatırlamazlar. Son bir haftasını hatta son bir saatini hatta son on dakika önce oturup halleştikleri insanı hatırlamazlar, ama gençliklerini hatırlarlar. Neler yaşadılarsa, ne badireler atlattılarsa, ne gün gördülerse hatta gördükleri o gün ne yediler ne içtilerse her bi'şeyleri net hatırlarlar. Sürekli sürekli de, hiç nefes almadan, bıkmadan usanmadan, yorulmadan, fütursuzca anlatırlar etraflarında kim varsa. Hiç soluksuz. 

     Onları çok iyi anlıyorum bazen. Çünkü ben de mutfakta işlenirken, evi süpürürken, el işi yaparken ve bilimum kafamın boş olmasına sebep olan anlarımda anlatırım eskilerimi. Kendime anlatırım. Beynimin içinde sürekli konuşurum. Bıdı bıdı bıdı bıdıbıdıbıdı... düşünmekten, anlatmaktan ve dinlemekten yorulana kadar anlatırım. Çok korkarım eskileri unutmaktan. Mutlu olduğum eskileri. Ayrıntıları unutmaktan korkarım. Ben ki, arkadaşıyla beraber yediği çikolatanın çöpünü atmaya kıyamayıp biriktiren istifçi insan, ben ki market poşetlerini ev kusarken hala biriktiren insan, ben ki ortaokulda bir gün bir arkadaşının defterin köşesinden yırtığı bir kağıda yazdığı hatırlatma notunu saklayan insan. Eskici çöpçü ben. Anılarımı ve mekanlarımı unutmaktan çok korkarım.  

     Herkesin çocukluğunu anneanneler, babaanneler süsler ya, bizimkini halalarımız süsledi.


     Mesela; kara su denilen suyun ne olduğunu çok küçükken halamın mutfağına gelen sudan öğrenmiştim. Şimdi her içtiğim suda o buruk tadı ararım. Ama bulamam. O suyun tadını unutmaktan korkarım. Musluktan akan o suyun eviyeye çarparken çıkardığı kulak tırmalayıcı sesi unutmaktan korkarım.

     En çok özlediğim ve unutmaktan en çok korktuğum anlarım orada geçmiştir. Unutmaktan en korktuğum mekandır orası mesela. Köyün dışında bir bahçe, bahçenin içinde bir ev. Evin yanı dam. Damın yanı su deposu. Mesela o su deposu çok anlamlıdır benim için. Benim ilk yüzme havuzu hayalimdir o depo. Belli bir yaşa kadar o su deposundan daha büyük bir su birikintisi görmemiş olan ben için, çocukken çok havalı bir birikintiydi. Kara sıvalı dört duvar, insan boyu derinlik, içi yosun ve sanırım kurbağa pisliği birikmiş bir havuz. Orada bir gün yüzeceğimi hayal ederdim. O hayalin gerçekleşmesi umudunu duyardım. O umudu kaybetmekten korkarım.

     Çatısından başlayıp evin neredeyse yarısına sarmaşığını dolamış hanımeli , pencere dipleri Gül dikili, pervazında sardunyalarıyla bir ev...

     Eve girince bir hayat -halam böyle derdi- ; hayatın solunda önce mutfak+salon; sonra bir yatak odası. Sonraları sağ tarafa da odalar eklenmişti. Hayatın bir penceresi vardı tam karşıda. Çok severdim o pencereden dışarı bakmayı. Hafızam beni yanıltmıyorsa pencerenin önünde bir sedir. O pencereden bakınca kocaman bir tarla; yonca, nohut falan ekilen. ileride ortada tek bir ağaç; genişçe dalları olan. O pencereden bakınca gördüğüm manzaranın gözlerimin önünden gitmesinden çok korkarım.

     Sabahları o evde uyanmayı çok severdim. Halam Kadim bir kadındı, batıl inançları vardı. Gece ben uyurken yanıma metal bir eşya koyardı. O eşya orada durduğu sürece korkmam için bir sebep olmayacağını söylerdi. Ben de o güvenle uyurdum. Zira fare tıkırtıları korkuturdu beni. Bir de yattığım divanın altından yılan çıkacak ya da divanın yanındaki camdan bir el uzanacak gibi çocuksu kabuslar kurardım kafamın içinde. O gecelerde metal makasın verdiği güven inancını kaybetmekten korkarım. halamın batıl inançlarını da...

     Sabah uyandığımda halam sobayı yakmakla meşgul olurdu. Halam çok titiz bir kadındı, sobanın etrafından külleri özenle temizlerdi. Uyanırken TRT radyodan Türk sanat musikisi çalardı. Halam  radyo televizyon falan sevmezdi, dedim ya kadim insandı, Osmanlı terbiyesi vardı, dini inançları prensip edinmiş bir hanımdı. Ama eniştem dinlerdi radyoyu. Dünyayı o bahçeye taşıyan tek araçtı o eski radyo. O radyonun cızırtılı sesinin verdiği neşeyi unutmaktan korkarım.

     Yattığım yerden kalkıp camdan dışarı bakınca çiğ düşmüş olurdu çimlere, güneşin altında parlardı çimler. Eniştem sağ çaprazda görünen kurulukta odun kesiyor olurdu, otlayan eşek anırırdı o arada. Enişteme uzaktan biri seslenirse, ağzının içini dolduran kocaman bir EEEYYY ünlemiyle karşılık verirdi eniştem de. Eniştemin kulağımı dolduran bu seslenişini ve ses tonunu unutmaktan çok korkarım. Bu camdan bakınca gördüğüm bahçeyi ve bahçede gördüğüm şeylerin yerlerini unutmakta da çok korkarım.

     Halam bu evin, bu bahçenin otoritesiydi. Çok konuşmazdı. Evini güne hazırlardı. Günü hep doluydu.  Hiç boş oturduğu bir an olmazdı. Ev beş vakit süpürülür, tezgahta bulaşık asla birikmez, üç öğün sofra kurulur, tarlada fasulyeler biberler domatesler sulanmayı bekler; olgunlaşanlar o öğün yemeğimiz olurdu. Taze taze. Fasulye sırıkları arasında gezer fasulye toplardım. Su gibi, çıt çıt fasulyeler. O kadar güzeldi ki. O kadar güzel kokardı ki o sırıkların arası. Anlatamam. O kokuyu unutmaktan çok korkarım.

     Halam bazen bana Arzu ile Kamber hikayesinin beyitlerini okurdu. Melodik bir okuyuşla.. O beyitleri çocuğuma okuyamamaktan korkarım.

     Kuruluğun kirişine ya da dut ağacının dalına kurulmuş kocaman salıncaktan bahsetmiyorum bile. Kiraz ağaçları, fındık ağaçları, erikler... of ki ne of! bu sevinçleri kaybetmekten de çok korkarım.

     Kuruluğun berisinde bir toprak fırın vardı. Halam orda ekmek yapardı. Halam ekmeğini hiç dışardan almazdı. Ekmeklerle beraber bir de cevizli lokumlar pişirirdi. Mis gibi kokardı. İlk piştiğinde bahçede fırının başında çayla yerdik lokumlardan. O mutluluğu kaybetmekten de çok korkarım.

     Bir keresinde halam pekmezi ocağa koymuştu bir tasın içinde. üzerine de dövülmüş ceviz serpmişti. tatlı olarak yemiştik onu. ama nasıl yapmıştı, içine başka n koymuştu hatırlamıyorum. Pekmez tadından çıkmış bambaşka bir lezzet olmuştu. o lezzeti bir daha hiçbir yerde bulamadım. o lezzeti damağımın köşesinden kaybetmekten korkarım.

     Halamın iki oğlu vardı, benden oldukça büyüklerdi. Öz abim yoktu ama onlar benim öz abilerimdi. Köyde kalmazlardı, okuyorlardı şehirde. Günler sonra, bahçenin başında geldiklerini gördüğümde dünyalar benim olurdu. Onları gördüğümde yaşadığım mutluluğu ve kapıldığım heyecanı kaybetmekten korkarım.

     Bunları hatırlıyorum ama unuttuğum daha nice şey vardır. Onları unutmuş olduğumu hatırlamadığım için şanslıyım zira ızdırap duyardım. Ama bunların hepsini kaybettim. Bir daha asla geri gelmeyecek olan bir mekan; bir daha asla yaşanamayacak anılar. İki cihanı bir araya getirsem, halam geri gelmez bi' kere. Bari hatrımdan kaybetmeyeyim diye hep anlatırım kendime. Hatrımdan kaybetmekten korkuyorum.

     Bir de şunu unutmaktan korkarım. Bazen, özellikle de kar kış olmuşsa, bahçede hasat yoksa, köye de çıkılamamışsa acıktığım zaman halam bir çay tabağına ayçiçek yağı koyardı. içine biraz tuz, biraz kırmızı toz biber serperdi. Varsa biraz da kuru kekik. Ona ekmek banar yerdim. Bu ayrıntıyı unutmaktan çok korkarım.

24 Haziran 2016 Cuma

Bireysel Farklılıklar ve bizim diretimimiz...?

     Dün eşim evden çıkarken "bu çocuk hala elini ayağını bilmiyor, öğretmiyor musun?" Dedi. Çekti gitti. Bıraktı beni bu soruyla başbaşa? 15 aylık çocuk, yürümeye bile cesareti yok. Kitaplarda resimlere bakıyoruz ve benim bir resim halkında otuz saniyelik yorumuma dahi sabrı yok. Tekerleme söyleyip oyun oynatırken ellerini kollarını bazen kasıyor ve yönlendirmeme izin vermiyor. Çorabını ben giydiriyorum oysa çıkarıp atıyor ve hatta bu durum kısır döngüye giriyor. Eli neresinde ayağı neresinde kafasıyla kıçı arasında ne mesafe var bilmiyor. Geri mi kaldı? Eksik mi yapıyorum anneliği? Öğrenemiyor mu öğretemiyormuyum?

     Ben bireysel farklılıklara inanıyorum. Görerek, yaparak, yaşayarak ve zamanla olacak her şey. Ben böyle inanıyorum. Ben tüm gün elinden tutup yürütsem daha hızlı yürüyecek belkide. Elleriyle ilgili ayaklarıyla ilgili bol bol şarkı söylesem ve dikte etsem tanıyacak. Elbette ben de boş durmuyorum. Ama abartmıyorum da. Sıkmıyorum. İlgisini çekmiyorsa inat etmiyorum. Gösteriyorum, konuşmalarımda belirtiyorum, bir iki şarkı söylüyorum, ihtiyacı olduğunda elinden tutup yürümesine yardım ediyorum. Normal zeka standardında her birey Zamanla her şeyi öğreniyor zaten. İçimizde organlarının yerini bilmeyen var mı? Fiziksel engeli olmayan herkes kalkıp yürüyor elinden tutan olmasa da. Fiziksel engeli olmayıp yürümeyi halen becerememiş olanımız var mı? Ama zaman... Her şeyin bir zamanı var. Bizim istediğimiz ve tayin ettiğimiz Zaman değil; hazır olduğu Zaman. Allah nasip ettiği Zaman. Eninde sonunda kalkacak ve eninde sonunda konuşacak. Aceleye gerek yok. Rahat olalım...

ZEKA(!) KARTLARI

     Bugün Facebook'ta bir gruba, anne şöyle bir soru sormuş. "Zeka kartları ile Nasıl oyun kuruyorsunuz ben pek verim alamadım." Evet alamazsın. Adı da neye dayanarak zeka(?) kartı oluyor anlamış Değilim. Resimli kart işte. (Yanılıyorsam biri beni aydınlatsın) ya hu evde dört duvara hapsedip çocuklarımızı, bir grup resimli kartla zekasının hangi işlevini geliştirmeyi amaçlıyoruz? Dokusunu bilmeden portakalı, kokusunu duymadan mandalinayı tanıtabilir miyiz? Sesini duymadığımız kuş ne kadar etkileyici olabilir? Elmayı dalından koparırken çıkan o çıt sesi ve ısınırken tüten koku olmasa elmanın ne manası var? Ağacın gövdesine dokunamadıktan sonra adını bilsek ne bilmesek ne? Paçayı sıvayıp giremediğimiz dere, dere midir? İnek gübresinin kokusunu sevdiremediysek çocuğumuza, toprağın ne anlamı var? Taze ekmek kokusunu tanımayan çocuk için toprak fırının ne değeri var? Dalından koparacağı salatalığın lezzetini damağında hatırlamaycaksa varsın salatalığı tanımasın. Bu liste uzaaaar gider. Diyeceğim o ki, resimli kartlardan sadece görsel hafızasına yeni bir şeyler katmış olur, o bile kısmen! Durağan ve tek tip görseller. Bütün kediler aynı mı bütün koyunlar yayılmış yatıyor mu? Bu da ayrı bir eleştiri konusu. Ama zekasının başka hiçbir yönüne hitap etmeyen resimler, hiçbir değer kazandırmayan ve dolaylısıyla ruhunu doyurmaya yetmeyen kartcıklar. Haklısınız, şehir hayatında artık kediler bile kendine yer bulamazken bunca değeri Nasıl yaşanır kılıp çocuğumuzu şahit edeceğiz diyorsunuz. Elden geldiğince, olabildiğince... Ama bari şu kartlara zeka kartı diyerek pazarlama yapmayalım. İlla bakir köye de ihtiyacımız yok ayrıca bunlar için, mahalle parkında  da işimizi görürüz, yeterki fırsat değerlendirelim.

     Çocuklarımızın mana alemine ulaşmasını sağlayacak yönde zeka gelişimini destekleyelim. Bir yaprağa baktığı Zaman o yaprağın ruhunu hissetsin. Çiçekten derin manalar çıkarabilsin. Doğadan aldığı her nefes ona ilham kaynağı olabilsin. Ezberlemesin.